Bir ülkenin otoriterizme dönüşü
YPJ olarak Kuzey ve Doğu Suriye kadınlarını ve halkını savunma sözü verdik. Türk devletinin topraklarımıza ve insanlarımıza yönelik saldırganlığı bölgemize yönelik en büyük tehditlerden biridir. Yaklaşan seçimler Türkiye’nin dış politikasında değişikliğe yol açabilir, bu nedenle durumu yakından izliyoruz. Üç bölümlük yazı serimizin ilkinde Türkiye’de beş yıllık AKP-MHP iktidarının ortaya çıkardığı durumu inceliyoruz.
Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’yi yönettiği son 20 yılda, ülke içindeki kriz pek çok anlamda daha da kötüye gitti. 2018 parlamento seçimlerinde Erdoğan’ın AKP’si salt çoğunluğu kaybetmişti ancak aşırı milliyetçi ve aşırı sağcı Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile ittifak yaparak iktidardaki koltuğunu korudu. Bu ittifak başından beri Kürt karşıtı siyasete, yolsuzluklara, kadın düşmanlığına ve katliamlara, yasadışı işgallere ve savaşlara neden olan yayılmacılığa dayanıyordu. 2018 seçimlerinden sonra Erdoğan, Türkiye hükümetininin yönetim şeklini, ülkeyi otoriter, merkezi bir şekilde yönetmesi için kendisine mutlak yetki veren başkanlık sistemine dönüştürdü. Bu, Erdoğan’ın parlamento onayına ihtiyaç duymadan atamalarla hükümetini kurabileceği anlamına geliyordu.
Türkiye: Bir hapishane devleti!
Hükümetin aşırı otoriter dönüşümü, ülkede zaten az olan yargı bağımsızlığını yok olma noktasına getirdi. Sol örgütler, insan hakları ve kadın kurumlarına yönelik siyasi yasaklar, Türkiye’nin siyasi manzarasını monolitik bir bloğa dönüştürdü ve her türlü eleştirel görüşü susturdu. Muhalifler hükümet tarafından tehdit edildi ve cezaevleri kadın hakları savunucuları, muhalif siyasetçiler, Kürt aktivistler ve hükümet aleyhinde konuşan binlerce insanla dolduruldu. Her ne kadar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, HDP eski eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ ve insan hakları savunucusu Osman Kavala gibi tutukluların serbest bırakılmasına hükmetse de, AKP-MHP rejimi onları, mahkeme kararını hiçe sayarak hapishanede tutmaya devam ediyor. Söz konusu kararın uygulanması durumunda, aynı karar, aynı dosyadaki Gülten Kışanak, Sabahat Tuncel, Ayla Akat, Leyla Güven gibi başka isimler için de emsal olabilir. Medyasının çoğunluğu Erdoğan’ın kontrolünde olan Türk devleti, gazeteciler için dünyanın en büyük hapishanesi haline geldi. Cezaevlerinde ciddi insan hakları ihlalleri yaşanıyor.
Cezaevlerinde ciddi insan hakları ihlalleri yaşanıyor. Hasta tutukluların tedavi görmesi engelleniyor. Ankara merkezli İnsan Hakları Derneği İHD, Ocak 2023’te “Hasta Tutuklulara İlişkin İnfaz Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Öneriler” özel raporunu yayımladı. Raporun en önemli bulgularından biri ise Terörle Mücadele Kanunu ile tutuklanmış özellikle hasta tutukluların ayrımcılığa maruz kaldığı ve böylece sağlık sorunlarının daha da kötüye gittiğiydi. Terörle Mücadele Yasası özellikle demokrasi için mücadele veren aktivistlere, HDP’lilere, Kürtlere, kadın hakları savunucularına ve gazetecilere karşı kullanılıyor. Cezaevinde tutulduğu süre içinde yaşamını yitiren hasta tutukluların sayısında ciddi bir artış gözlemleniyor.
Ayrıca, Kocaeli’deki Kandıra Cezaevi’nde cinsel işkenceye maruz kalan Kürt siyasi tutuklu Garibe Gezer vakasında olduğu gibi, çok sayıda işkence ve cinsel istismar vakası da mevcut. Garibe Gezer uzun süredir maruz kaldığı cinsel işkenceyi kamuoyuna duyurmaya çalışıyordu. 9 Aralık 2021’de şüpheli bir şekilde hayatını kaybetti. Ölümünün ardından kadın haber ajansı JinNews, gardiyanların ona nasıl kötü muamele ettiğini gösteren bir görüntü yayınladı.
Demokratik gelişmeleri bastırma stratejisi olarak kadınları hedef almak
Otoriter AKP-MHP iktidarı özellikle kadınları hedef alıyor. Köktenci bir İslam yorumunu esas alan Erdoğan, kadınların toplumdaki rolü hakkında kamuoyuna kimi açıklamalarda bulundu. Açıklamalarında hamile kadınların sokağa çıkmaması gerektiği, kadının gülümsemesinin erkekleri tahrik etme aracı olduğu ve her kadının evlenip en az üç çocuk doğurması gerektiği gibi kimi belirlemelerde bulunan Erdoğan’ın kadınlara yönelik tutumu net bir şekilde görülüyor. Toplumun bu aşırı ataerkil düşünceyi benimseyen kesimleri, bu doğrultuda davranmaya istekli olmayan kadınların cezalandırılması gerektiğini düşünüyor.
Türkiye’nin Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Sözleşmesi’nden çektirilmesi, kadın eylemleri ve feminist protestolara yönelik şiddetli saldırılar, hükümetlerin kadın cinayetlerini önleyememesi veya bu konuda bir çabası olmaması, kadınlara yönelik medya kuruluşlarına yasak getirilmesi, kadınların eşbaşkanlık sistemiyle eşit temsiline yönelik saldırılar, kadın kurumlarının kapatılması, kadının özgür iradesine, kimliğine ve ifadesine yönelik bir saldırılar bütünüdür.
Erdoğan, Kuzey ve Doğu Suriye’de devrimin inşasında temel rol oynayan Kürdistan’daki kadın hareketinden korkuyor. Türkiye’nin kadın mücadelesinin öncülerine suikast düzenleme konusunda uzun bir geçmişi var. İzmir HDP İl Başkanlığı binasında katledilen Deniz Poyraz, Süleymaniye’de Türk gizli servisi tarafından vurulan Kürt aydını Nagihan Akarsel, Kuzey ve Doğu Suriye’de sayısız devrimci kadının öldürülmesi gibi pek çok örnekte görebileceğimiz gibi, kadın liderleri öldürmek, Türkiye’nin her türlü demokratik gelişmeyi bastırmaya yönelik taktiklerinden biri haline geldi. Kadın Koruma Birlikleri olarak sadece Kuzey ve Doğu Suriye kadınlarını savunmakla kalmıyor, her yerdeki kadınların durumundan sorumlu olduğumuzu hissediyoruz. Bu nedenle de Türkiye, defalarca üyelerimizi hedef aldı. Sadece 2022 yılında Türk devleti, 8 YPJ’liye yönelik, insansız hava araçlarıyla hedef alarak, çatışma dışı durumlarda suikastlar düzenledi.
Türkiye, AKP-MHP iktidarında ciddi bir ekonomik krize girdi
Erdoğan, iktidara geldiği ilk yıllarda şöyle demişti: “Fakirler fakirdir çünkü çalmayı bilmezler”. Bu sözler kendi şahsının da alameti farikası oldu. Halk yoksullaşırken kendisinin zenginleştiğine yönelik sayısız kanıt mevcut. Erdoğan’ın onlarca gizli banka hesabı bulunuyor ve milyonlarca dolar, Erdoğan’ın oğlu, kayınbiraderi, damadı ve eski genelkurmay başkanı tarafından Man Adası’nda (İngiliz vergi cenneti) kurulan özel bir şirkete aktarıldı. Bütün bunlar olurken Türkiye halkları tarihlerinin en kötü ekonomik krizlerinden biriyle mücadele etmeye çalışıyordu. Enflasyon geçen yıl Ekim ayında %85,51 ile 25 yılın en yüksek seviyesine ulaştı. İşsizlik ve yoksulluk, ailelerin çocuklarını okula göndermeyi bırakıp işe göndermelerini gerektirecek boyutlara ulaştı. AB’nin “mülteci anlaşmasında” verdiği paranın yanı sıra, AB’nin Türkiye’ye Avrupa standartlarına uyum sağlamak ve birliğe girmek için ödediği paranın da bu şekilde kullanıldığı konusunda yaygın şüpheler var. Avrupa Birliği’nin Avrupa standartlarına uyum sağlamak amacıyla Türkiye’ye verdiği 10 milyar dolar ile ilgili olarak Avrupa Sayıştayı, 2018 yılında Türkiye’ye verilen katılım öncesi yardımların sınırlı sonuçlar verdiğini belirten bir rapor yayınladı. Türk makamları, Türkiye’nin yeterli çaba göstermemesi nedeniyle yargı bağımsızlığı, basın özgürlüğü ve sivil toplum sorunlarını yeterince çözemedi. Raporun özellikle vurguladığı nedenlerden biri de siyasi irade ve çaba eksikliğidir. Bu fonların, hükümeti zenginleştirmek, Suriye ve Irak’taki işgali ve savaşları finanse etmek de dahil olmak üzere başka amaçlarla kullanılmış olması olası görünüyor.
6 Şubat Depremi- hükümet tarafından derinleştirilmiş bir felaket
6 Şubat depremi büyük bir felaketti; sadece depremin kendisi nedeniyle değil, hükümetin halka yardım sağlama konusundaki isteksizliği nedeniyle. Türk Kızılayı para karşılığı deprem çadırı satarken, on binlerce kişi enkaz altında kaldı ve adeta ölümle burun buruna bırakıldı. Deprem tarafından zarar gören bölgelere sadece iktidar partisinden giden yardımların ulaştırılması sağlanarak, geri kalan yardımların önü kesildi ve halka yardım ulaşamadı. Hükümet tarafından yapılan yardımlar ise seçim propagandasına dönüştürüldü. İnşaat sektöründeki yolsuzluklar nedeniyle binalar depreme dayanıklı olmadığı gibi, olabilecek en ucuz maliyetle inşa edildi. 1999 depreminden bu yana Türk devleti deprem vergisi toplamaktadır.
Ancak bu paranın Kürdistan’a karşı savaşta askeri harcamalar için kullanıldığı netleşti. Depremden kısa bir süre sonra ilan edilen olağanüstü hal (OHAL), iktidar partisinin kontrolü dışındaki tüm medyanın depremi haber yapmasını engellemeye yönelikti. Deprem sonrasında alanda görev yapan Kürt basın mensupları, taşıdıkları yasal kurum kartlarının sahte basın kartı olduğu iddiasıyla defalarca gözaltına alındı. Pek çoğuna yurt dışına çıkış yasağı da dahil olmak üzere adli kontrol tedbirleri getirildi.İnsanların göçük altındaki aile üyelerini bulmak, ya da göçük altındaki afetzedelerin yerlerini bildirmek için kullandıkları Twitter gibi sosyal medya hizmetleri bile saatlerce hizmet dışı kaldı. Bunun yanı sıra Türk devleti, deprem sonucu yetim kalmış yüzlerce çocuğun (veya doğru kayıt tutulmadığı için yetim olduğunu düşündüğü çocukların) büyük bir çocuk cinsel istismarı skandalıyla bilinen Erdoğan kontrolündeki Ensar Vakfı gibi İslamcı örgütlere teslim edilmesini teşvik etti. Ayrıca hükümet, yıkılan evleri yağmalamak ve yardımları çalmakla suçlanan Suriyeli mültecilere karşı bir dezenformasyon kampanyası başlattı. Bütün bu suçlamalar, vahşi saldırılar ve linç girişimleri, hükümetin Suriyeli mültecileri günah keçisi olarak kullanmasının sonuçlarıydı. Bu süreçte, Türkiye vatandaşı kişiler de linç girişimlerinden nasibini aldı. Özellikle Hatay’da gözaltında işkence iddiaları bu süreçte yoğunlaştı.
AKP-MHP iktidarının temel unsuru: Kürt karşıtlığı!
AKP-MHP rejiminin Kürtlere yönelik politikası inkar ve imha üzerine kuruludur. Rejim, Kürtlerin kendi kaderini tayin etme yönündeki taleplerini bastırmak için elinden geleni yapmaya devam ediyor. Bu politika özellikle, sadece Kürt halkının değil, tüm Ortadoğu halklarının kendi kaderini tayin etme mücadelesine hayatını adayan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a karşı kullanılıyor. Türk devleti onu, 1999 yılında hapsedildiği İmralı Cezaevi Adası’nda tecritte tutuyor. İki yılı aşkın süredir durumuyla ilgili herhangi bir bilgi alınamıyor. Türk devleti, ağır tecridi, her türlü hukuki destekten, aile ziyaretlerinden, dış dünyayla iletişimden yoksun bırakmayı tüm Kürt halkına karşı pazarlık kozu olarak kullanıyor.
Güney Kürdistan/Kuzey Irak’ta Türk devleti, dağlardaki gerilla savaşçılarına karşı yasaklı kimyasal silahlar kullanıyor. Ekim 2022’de gerilla güçleri tarafından yayınlanan bir videoda, iki savaşçının hayatını kaybetmeden önce kimyasal silaha maruziyetin etkilerinden muzdarip olduğu görülüyordu. Türkiye’nin Güney Kürdistan’da kimyasal silah kullandığına dair çok sayıda video kanıtı bulunmasına ve Nükleer Savaşın Önlenmesi İçin Uluslararası Doktorlar’ın (IPPNW) bu iddiaları destekleyen kanıtlara dikkat çekmesine rağmen uluslararası toplum harekete geçmiyor. IPPNW’ya bağlı bilim insanları ve avukat, gazeteci ve bilim insanlarından oluşan heyetler her ne kadar bölgeyi ziyaret ederek kanıt toplamaya çalıştıysa da, bu çaba KDP tarafından engellendi. Bu amaçla kimyasal silah kullanıldığı iddia olunan bölgelere giden heyetlerin hiç biri, söz konusu bölgeye giriş yapamadı. Bölgeye araştırmaya giden bir İngiliz heyet ise, kimyasal silaha maruziyet sonucu yaşamını yitiren sivillere ilişkin tutulan ilk epikriz raporlarının KDP tarafından değiştirildiğini tespit etti.
2018 seçimlerinde 6 milyon kişinin oyunu alan HDP (Halkların Demokrat Partisi), Kürt Sorununu tüm Türkiye için demokratik bir perspektif sunarak çözmeyi hedefliyor. HDP, tutuklamalar, hukuki süreçler ve yasaklama girişimleriyle karşı karşıya. Partinin seçilmiş belediye başkanları, kayyım adı altında zorla hükümet tarafından atanan yöneticilerle değiştirildi ve binlerce HDP’li hapse atıldı. Kürt dilini yasaklamak, Kürt şenliklerine saldırmak ve Kürt kimliğine ilişkin ifadeleri baskılamak, Kürtlerin kimliğine saldırmayı amaçlıyor. Kültürel kimliğinden vazgeçmek, hükümetin milliyetçi gündemine tabi kılınmak, Kürt karşıtı ırkçılığın üzerini örtmeyi teşvik ediyor. Kürtlerin yanı sıra aşırı milliyetçi gündemi bozduğu düşünülen diğer etnik ve dini gruplar da hedef alınıyor. Aleviler, Ezidiler, Süryaniler ve Ermeniler, sadece Türkiye sınırları içinde değil, komşu ülkelerde de Türkiye’nin baskıcı siyaseti nedeniyle tehlike altında.
AKP-MHP’nin Kürt halkına karşı yürüttüğü savaş Türkiye’nin dış politikasını da oldukça etkiliyor. İsveç ve Finlandiya’nın Mayıs 2022’de NATO’ya katılım başvurusunda bulunmasının ardından Türkiye, Finlandiya’nın ilk başvurusunu ve İsveç’in katılım başvurusunu veto etti. Türkiye, her iki ülkenin de, Türkiye tarafından terör örgütü olarak kabul edilen grupların üyelerini barındırdığını belirtti. Türkiye yine jeopolitik durumunu kendi lehine kullanarak Finlandiya ve İsveç’ten, NATO üyeliğinin şartı olarak Kürt aktivistlerin Türkiye’ye iade edilmesini talep etti.
Artık aşikardır ki
bu hükümet halkı umursamıyor
2018 seçimleri sonrasında AKP-MHP iktidarı Türk devletini aşırı otoriter bir dönüşüme sürükledi, ülkeyi daha da fazla militarize etti, ekonomik krizi ağırlaştırdı, kadınların durumunu kötüleştirdi, daha fazla toplumsal sorun yarattı ve bu sorunları da ağırlaştırdı. Bu hükümetin halkını umursamadığı, aksine Orta Doğu’da yeni bir Osmanlı İmparatorluğu hayalini genişletmeyi amaçlayan fanatik bir ideolojiyi takip ettiği artık ortada. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne yönelik saldırgan politikası, Yunanistan’a yönelik tehditlerinde de görüldüğü gibi devam etmekte. Bu gerginlik Erdoğan’ın Aralık 2022’de bir füzenin Atina’yı vurabileceğini söylemesiyle doruğa ulaştı. Türk hükümeti hedeflerine ulaşmak için kimyasal silahlar, Kürdistan, Irak, Suriye’deki yasadışı işgaller, Libya’ya askeri müdahale, Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ konusunda Ermenistan’a karşı yürüttüğü savaşa destek gibi her türlü yola başvuruyor.
AKP-MHP iktidarının Kuzey ve Doğu Suriye’yi nasıl etkilediğini yazı serimizin ikinci bölümünde okuyabilirsiniz.